Wednesday, November 12, 2014

Aferin

Merhaba,

Aferin size aferin, tek istediğim müzik dinlemekti gecenin bir yarısında. Zaten boğazıma kadar batmışız tüm bu normlara, müziği kendimiz söylemek yerine malum siteden açıyoruz, enstrüman çalmak yerine dinlemeyi tercih ediyoruz, büründüğümüz rollere devam ediyoruz günden güne, e bize müstahak zaten. Sevdiğinin ipek saçlarından, sadece saçlarından bahseden bir şarkının bile sizin arsız, şerefsiz düzeninize mal olması gerçeği beni kahrediyo yalanım batsın.

Bir şarkı sadece ya, ne olur reklam girmese, ne olur birilerinin cebine para girmese, paranız batsın. Sizin gibi doğanın düzeninde şaşmışlara, gözü dönmüşlere tek temennim peşinde koştuklarınızda boğulmanız. Her çıkışa bir çözüm bulan, labirentvari sisteminizin içine tüküreyim.

En çok bu zamanlarda ihtiyaç duyuyorum bir çıkışa. Ama bu çıkışı da sağlamışlar bile çoktan, şunu şunu yap, tak cennettesin. Şunlar şunlar göz ardı edilir, yeter ki milletimiz yaşasın. Elbette elbette. Biliyorum eskiden yaşasaydım da pek bişey değişmezdi, o zaman da başkasından yakınırdım herhalde, internetteki bir bloga yazmazdım elbette. Ancak çıkarı yok. İmparator pengueni olsaydım keşke. Her şey sabırla, aylarca soğukta beklemeye değecek kadar saf olabilseydi.

Saygılar Haluk Bilginer'e ve sizlere,

Mert

Friday, October 31, 2014

yemekli alegorik anlatım

Merhabalar,

Yazmam gerektiğini hissettiğim ama elimin gitmediği gecelerden biri yine. Ne hakkında yazsam onu bile bilmiyorum, bilmem de gerekiyor mu diye sorduğumda kendime, hep olumsuz yanıt alıyorum. Çoğu zaman olduğu gibi bir çorba misali aklımdaki düşünceler. Tek hissettiğim çorbanın artık pek bir koyulaştığı, kolay kolay akmadığı. Geçtiğimiz bir hafta boyunca kalesi dört bir yandan kuşatılmış bir şekilde dayanmaya çalışırken, kendi idrarını içmek zorunda kalmış askerler gibi biçareydim. Kuşatmanın sebebini bilsem ve kuşatmayı elbette yarıp geçeceğimi bilsem dahi, hiç olmamış gibi davranmakta pek başarılı değildim. İşte sırf bu yüzdendir ki, iyice koyulaşmış, artık akmayan aklımdaki düşünceler gözümün önündeki suyu kana kana içemedim. Oralete inanan insan, önüne cam gibi oralet konsa, içmez mi? İçer.

Cam gibi bir oralet var önümde. Nice zamandır mutluluğun varlığını inkar eden ben, sonunda onun kaynağıyla karşılaştığıma inanamamaktan oraletimi yudumlayamıyorum gönlümce. Simidimi paylaşmak istiyorum halbuki, ama nasıl yapılacağını pek bilmiyorum sanırım. Al diyorum bütün simit senin olsun, sonra nası aldın diyorum, en başta kendimin verdiğini unutmadan. Elbette o kadar zaman inkar ettiğin olgunun nasıl pratikte uygulanacağını bilmeyebilir insan. Ama içim rahat, öylesine güveniyorum. Simidimi paylaşmak istiyorum, tam da ortadan ikiye bölerek. Tüm yaralar sarıldı, tüm sistemler hazır, Atılgan yola çıkmayı bekler.

Beklediğimden kötü bi yazı oldu ama kötü olan sadece yazı olsun.

İyi geceler,

Mert

Tuesday, September 30, 2014

Rahatlığın getirdiği tembellik hakkında

Merhaba,

Fazlaca zaman oldu son yazdığımdan beri. Nedenini hepimiz bilmiyor muyuz sanki? Ailemin, dostlarımın arasındaydım, aylardır hasretini çektiğim, hayallerini kurduğum günlere kavuşmuştum. Kendi tadında sıkıcılıklara sahip olan, samimi günlere geri dönmüştüm. İngilizce konuşmamayı, Almanca mırıldanmamayı özlemiştim. Ve tabi bunların hepsini bi anda geri kazanan ben, sudan çıkmış balık gibi, yazmayı da, düşünmeyi de, koşmayı da, özlemeyi de bıraktım, bi daha olsa yine bırakırım. Zaten beni korkutan da bu.

Gece bu kadar sessiz olmazsa nasıl duyarsın ki kendi düşüncelerini? Ama bunu dostlarının, sevdiklerinin yanında olmaya değişir misin? Öğle sonralarını yemyeşil parklarda kitap okuyarak mı geçirmek istersin yoksa arkadaşlarınla gülerek mi? Ne var ikisinin bi karışımını istemekte? Saat 10'u geçtikten sonra bira bulmak için tekel tekel dolaşmanın eğlencesini de, biranın çok ucuz olduğundan su gibi akmasını da istemek çok mu fazla?

Hem akademik anlamda istediklerini  gerçekleştirip hem de hissedebilmek yeniden imkansız mı? Pub sahibi olup profesör olmak kimsenin aklına gelmemiş mi? Trenle yolculuk etmeyi bu kadar sevip yine de sadık dostu Theoden King'i bırakmayı istememek kaçınızın aklına yatmakta? Neyse ki tartışmaya açık olmayan konular var, kahvaltı ve vapur başlıcaları. Bi de aile. Dostlar da tartışmaya açık değil. Sanırım hiçbiri tartışmaya açık değil.

Sevgiler,

Mert 

Saturday, June 28, 2014

başka bir cuma gecesi

Merhabalar,

En son bi cuma gecesi yazmıştım, az önce teyit ettim. Düşüncelern dağınıklığının yaratabileceği en acınası yalnızlıkta geçen bir gece daha. Tam da neden sigara içmediğimi sorgulamama neden olacak gecelerden birisi. O kadar yazasım yok ama anlaşılasım var ki kollarım halsizlikten omzumu terkedip gidecek sanki. Az önce yakalandığım feci sağanağın hiç bi etkisi yok bunda, yemin ederim.

Kitapların ıslanmamasını istemiştim, harbiden tek düşündüğüm buydu. Bi de yağmurun aynı şiddette yağmaya devam etmesi, zaten daha şiddetli yağamazdı heralde. Dünyanın en rahat ayakkabılarını giymeyi tercih etmem ve elbette onların da su geçiren cinsten olması talihsiz bi tesadüftü. Bütün yol boyunca içimden yağmur yağmasını, hem de bardaktan boşalırcasına, tam da benim üstüme boşalırcasına yapmasını istediğimi falan da inkar etmiyorum. Bu yağmura, anlaşılabilmesi muhtemel olduğu üzere, saçmasapan anlamlar yüklediğimde utanmadan söyleyebileceğim bir başka deliliğim. Neymiş efendim, yağmur yağarsa, içindeki saçmasapan ikincil, üçüncül, kısacası çoğul sesler susar, garip yavrunun neyi yakardığı duyulurmuş, eğer öyle bişey varsa. Diğerlerinin dediği gibi başını örtecek bi yer bulup yağmurun geçmesini beklemezmiş bu ses. Ahmaklık akademisinden hayat boyu başarı ödülü almayı hakettiği de diğer tüm seslerin dilinde.

İyi cümle alıştırması oldu. Sanırım bunlar benim düşüncelerimin en önemsiz kesitlerinin amatörce,samimiyetten uzak lakin hissiyata yakın, kelimelere dökülmüş hali.

Şimdilik iyi geceler,

Mert

Saturday, May 31, 2014

Cuma gecesi

Merhaba,


Soğuk bir cuma gecesi,
Ceketsiz dönmüştüm bu sefer, 
Umudumu kapının arkasına astım,
Cesaretimi masanın üstüne koydum,
Şarap henüz bitmemişti.

İyi geceler,

Mert

Saturday, May 24, 2014

Cızbız

Merhaba,

Pazartesiydi. Sabaha karşı üç gibiydi gözlerini kapattığı. Alarmını yine bir dizi hesaplamadan sonra sabah sekize kurmuş ama yine 6:45 gibi kalkmıştı. Daha vaktim var diyip tekrar kolaylıkla uykuya dalan insanları düşünüp uykusuna dönmek istedi. Ama nedense yine olmadı.

Önce yatağı suçladı, 6:50 falandı. Daha sonra hiç farklı oldu mu hayatında dedi, biraz cevap arandı yine, bulamadı, bu sefer kalkındı. Duş muş kahvaltı falan derken saat sekiz olmuştu bile, alarm çaldı. Arkadaşlarını düşündü, şimdi onlar iştedir, ne kadar şanslıydı, pazartes, 12'de başlıyodu dersi, eve gidişi akşam 9:30'u bulsa bile.

Her neyse, ailesini aradı, ilgisiz geçen bi haftasonundan sonra, pazartesi sabahı aramalıydı. Düşündü, binlerce kilometre uzakta bi yerde, o güzelim insanlar, sırf o, o gün aklına eser de vakit ayırır, onlarla konuşur umuduyla bi ofiste ekranın karşısında bekliyo olabilirler diye. Yanılmamıştı, oradaydılar. Onlarla konuştu, kendi bile farketmemişti bu kadar ümit dolu olduğunu. Ta ki bitirene kadar görüşmeyi.

Debelendi falan filan. Sonra bırak dedi, ver kafanı başka şeylere, bak burnun nası oksijeni içeri çekiyo. Birazcık alman gibi hissetmek istedi, bi an başardı da, kendisini tanımazmış gibi fazladan kitap koydu çantasına. Otobüse tembeller binsin dedi, yürüdü tren istasyonuna kadar. Köln'deydi ne de olsa dersi.

9.55 civarı vardı tren istasyonuna, hedefi olan 10:01'den kaç dakika önce vardığı da ödev olsun sana. Gecikmeli gelen Wuppertal trenini gördü, Alman'dı hala o, hemen birine sormak yerine gitti çizelgeden kontrol etti, istikamet Köln Süd'dü. Sıkıntı yok, atla. Belki erken gider, bi euro değerindeki kocaman kahveni erken içer, belki tüm büyük bilim adamlarının gözünden kaçırdığı şeyi keşfedersin.

Karşılıklı ikişer koltuktan oluşan yere geçti, karşısında birisi vardı. Yüzüne baktı, tipik alman güzeli dedi. Allahı var, güzeldi. Ama gözünde bi pırıltı olmazdı bunların, bi çift göz insanı nası ısıtır, o da bilimin ucu açık kalmış sorularından olsun.

Önce hapşurdu kız. Türkçeden klasikleşmiş çok yaşayı dilinde yuvarladıktan sonra, bless you demeyi akıl etti bikaç milisaniyede. Thank you'yu zar zor duyduktan sonra sen de gör cevabını ingilizce nası vereceğini düşündü biraz. Olmadı işte, o da pek zorlamadı.

Daha sonra kız kalem ve kağıt çıkardı, dizinin üstüne koyduğu kağıtta bişeyler çiziktirmeye çalıştı, olmuyodu işte, o denedikçe, adamın elinde okuduğu notlar anlamsızlaştı. Önem sıralamasında kaymalar olmuştu, önce başkası, sonra kendisi. Çıkadı defterlerinden birini, ingilizce bişeyler söyledi ve verdi defterini, şaşırmıştı kız, tabi şaşırırdı, ota boka danke-bitte ikilisini iteleyen bi kültürden görmemişti böyle şeyler belki de.

Bu seferki teşekkürü içtendi, hatta sohbet etmeye bile başlamıştı. genetiği değiştirilmiş organizmalar hakkında katılacağı münazara hakkında bişeyler çiziktiriyodu. Bizim adam duymuştu tabi, kendi babasından daha çok bilgisi vardı elbet, inanılmaz ama o bilgi o sohbeti ilerletti. Tren brühl'de durmuştu ama ikisi de farkında değildi. Kızın gözleri parıldıyodu, başka bişey pek önemli değildi. Küpeleri çok güzeldi. Cesaret edip söylediğinde bunu, kız şaşırmıtşı, genelde erkeklerin farketmediğini söyledi. Adamın aklından daha önceki ilişkisi geçti, ne de olsa herşeyi o öğretmişti. O ara bikaç saniye boş bakmıştı, hafif salladı kafasını, silkip attı o düşünceleri. Adını sordu kıza, neredeyse yarım saat olmuştu. Kız söyledi, hatta heceledi dahi soyadını. Kendisininkini sordu, adamın genelde ilk telaffuzda anlaşılmayan ismini önemsememezlik yapmayıp 3 kere sordu, Doğru telaffuz edene kadar denemişti. Bi dostum o an adamın da gözlerinin güldüğünü söylemişti.

Köln Süd istasyonuna yaklaşıyodu tren, saçma sapan bi dersin saçma sapan asistanı ona laf attı o an. Cevap vermemezlik edemezdi. Dersten önce kahve içer misin dedi asistan. Lanetler olsunki wuppertal'a gidemezdi, daha en baştan Köln Süd'e gideceğini söylemişti. Bi daha görmicek olsa dahi hayatı boyunca, kızın gözünde saçma bi konuma düşmek istemedi. Ve hatta bu yüzden ondan telefon numarasını dahi istemedi, bunun yerine seni tekrar görmeyi çok isterim gibisinden kofti bi cümle kurdu. Asistan yanından ayrılmıyodu, kız ona bakıyodu, tren durmuştu. Dünyanın en manasız adımını attı trenden dışarı, tüm güzel ihtimallerin katili olan adım. Ve hemen sonrasında tren wuppertal'a, adam kahve içmeye gitti. Çantasını koydu yanına, bi nefes verdi, tekrar hissedebilmek güzel şey dedi içinden.

Günaydın,

Mert

Wednesday, April 2, 2014

Saygı kuşağı


Merhaba,

"Koynundan büsbütün çıktığımız kadının hatırasından da büsbütün çıkarız belki.."

İyi geceler,

Mert

Wednesday, March 5, 2014

Naçizane

Merhabalar,

Daha önce zaten yazmıştım, bir yerlere. Neşet Ertaş'ı anıyorum bugün, naçizane. Teknolojinin en güzel nimetlerinden, onun sesini duyabilmek. Bir 'tık'la e-maillerimize ulaşabilmek falan değil. Her neyse feci doluyum bu gece, bira şişeleri boşaldıkça ben dolmuşum. Yazmak için bu kadar alkole ihtiyaç var mı diye sorarsanız size ne? Bırak kas yapmak isteyen proteinle doldursun vücudunu, ben efkarla doldurayım.

Ayrıca, sen nereden bileceksin, ben buraya ancak cümlelerimin içinden rasgele seçilen kelimelerle anlaşılabilecek hislerin hissedilebilmesi için yazdığımı? Aklımdaki, yüreğimdeki tüm şeylerin, aslında bir alman iş adamının ajandası olmak için tasarlanmış bir not defterinin içinde saklandığını? Artık biliyosundur, demek istedimki ben de yazıyorum. Yazabiliyorum çok şükür, nihayet hissedebiliyorum. Hep vardı bu, küçükken Sadri Alışık filmlerini izlerken ağlardım, başka zaman hiç ağlamasam da. Ağlardım çünkü insanlar onun neden bir küçük çocuğa yardım ettiğini anlamazdı, yasaları ve paraları düşünürlerdi. Hala aynı, ben hala o küçük çocukları, yardıma muhtaç çocukları düşünüyorum, sizse her geçen gün bir bir eksiliyorsunuz benim yanımdan. Unutuyorsunuz o güzel filmleri, unutuyorsunuz "efkar"ın bu topraklara ait olduğunu, sonra çekip gidiyorsunuz küçük işlerin peşine.

Muhsin Bey'i unutuyorsunuz mesela, onun ne kadar içten ve saf sevebildiğini, ve bunların uğruna vazgeçebildiklerini. Unutuyorsunuz önemli olanın aslında Osman gibi her şeyden vazgeçip doğruyu seçebilmek olduğunu. Sizi suçluyorum ya, ben de bazen unutuyorum o yüzden. Ne yaparım bilmiyorum, hani ölücem ya en fazla 50 sene içinde falan, bi çok şeyi değiştirip, kış akşamları Çanakkale'deki evimin balkonunda peynir tenekelerinin içinde ateş yakıp, siz ellerinizi ısıtırken size çay mı getiririm, yoksa Avrupa'nın bilmem hangi şehrinde, çalıştığım üniversitenin lojmanında mı kalırım? En çok birinci olsun istiyorum, paranın var oluş nedenini anlamıyorum. Kitapların var oluş nedenini anlıyorum, müziğin var oluş nedenini hissediyorum ne var ki paranın var oluş nedenini, dahası insanlar için önemini anlamıyorum. Yanlış anlaşılmamak için düzeltiyorum, paranın fazlasının önemini anlamıyorum.

Diyeceğim o ki, izlenecek sayısız güzel film, anımsanacak sayısız ezgi var. Aslında diyeceğim bir çok şey var. Ama sizin ilginizi çekmezki. Bir suçlama değildi bu, çekmez işte neden çeksin. Yarın gün doğacak Almanya'ya ve Türkiye'ye, ben kütüphaneye siz iş yerlerinize gideceksiniz, bunlar unutulmayacak ama zihnin derinliklerine itilecek, yine yüz hatları önceden belirlenmiş konumlarına getirilecek ve kronometre başlayacak. Lanet olsun ki daha iyi anlatabilmek için yeterli kelimelerim yok.

Daha yazacak çok şey var ama, hey yavrum hey!

İyi geceler hepinize,

Ahmet Mert


Tuesday, February 25, 2014

4 kişilik ailenin açlık sınırı 3580,35 TL

Merhaba,

Sanıyorumki çoğunuz bugün servis edilen Tayyip Erdoğan-Bilal Erdoğan konuşmasını dinlemişsinizdir. Montaj mı gerçek mi olduğunu bilmiyorum, uzmanı değilim, hatta hiç anlamam ancak montaj olsa dahi, şahsi fikrim mevzu bahis olan meblağların gerçekten hiç uzak olmadığıdır. 30 milyon euro gibi cüzi miktarların falan sadece çenesini çalabiliriz biz, o kadar paranın ne kadar hacim kaplayacağını düşünmekten bile uzağız.

Neden yazmak istedim konusunu açıklığa kavuşturayım da niyetim en baştan belli olsun. Her gün konuşulan, son derece anormal olmasına rağmen, değişen hiçbir şeyin olmaması sebebiyle artık normalleşmiş, "hırsızlar", "yolsuzluk operasyon", "paralel devlet" ve "dış güçler" gibi konulardan uzak durmaya çalışıcam. Çünkü bu konuşmaları ilk dinlediğimde aklıma ilk gelen şey konuşulan meblağ oldu, 1 milyar euro. Üstelik siz düşünün bu sadece evlerinde bulunan nakit. Daha bunun gayrimenkul ve yurtiçi-yurtdışı banka hesapları boyutu var. Artık hayalgücünüze bırakıyorum. Ben yine 1 milyar euro üzerinden gideyim.

Türkiye'de 2014 Ocak ayı itibariyle 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 3.580,35 Türk Lirası. Kaynak için :[1] . Türkiye'de yoksulluk sınırı altındaki kişi sayısı hakkında gerçekten çok farklı sayılar var ama yaklaşık olarak 10-15 milyon arası olduğunu söyleyebilirim, siz de internetten araştırabilirsiniz. Burada sayılardan bahsediyorum çünkü yazacaklarımın olabildiğince somut olmasını istiyorum.

Bölme çarpmayı genelde aklımdan yapmayı severim, beyni çalıştırır ancak bu durumda yüzde yüz emin olmak için bilgisayardaki hesap makinesini kullandım. Yaptığım çok basit bölme işlemine göre sadece Erdoğan'ın ailesinin evinde bulunan nakit para ile, evet sadece o nakit para ile Türkiye'deki 837.988 dört kişilik ailenin (tekrar bir basit çarpma işlemi ile 3.351.952 kişinin) aylık giderleri karşılanabilir. Tabii bu ilk akla gelen en basit örnek, sürekliliği sağlamak adına yatırım yapılıp istihdam sağlanarak zaten işsizlik oranının takriben yüksek olduğu ülkemizde insanların alın teriyle çalışıp evlerine ekmek götürmesine, ya da zaten halihazırda çalışan milyonlarca işçinin, emekçinin çalışmalarıyla ters orantılı olan kazançlarını adaletli hale getirmesine de ön ayak olabilir bu para.

Ama yok. Olmaz bu, neden? Çünkü biz, toplum olarak önce kendimizi ve ailemizi düşünmeyi yeğleriz, bunu yaparken kimi sıkıntıya sokarsak sokalım. Hele hele benimle aynı yaşam görüşünü paylaşmayan biriyse oh ne ala, vicdanen de rahatım. İşin maddi boyutunu bi kenara bırakırsak, manevi boyutta da bu böyle. Söylesenize, neden yoksulluk sınırındaki insan,elinde milyarları bulunan bir adamı savunuyor? Milli irade falan deyin de ağzınıza kürekle vurayım. Neden o insan durumunun hiç iyiye gitmeyeceğini bilmesine rağmen, hepimizin olduğu gibi onun da aklının alamayacağı paralarla adı geçen bir siyasi lideri savunabiliyor? Sadece onun siyasetinin getirdiği simgesel özgürlüklerden dolayı mı? Neden benim can ciğer arkadaşlarımın bir siyasi lider için araları açılabiliyor?

Bu sorulara kendi cevaplarım var, sanıyorum benimsemeyi bırakın, katılmazsınız dahi. Komünist işi falan gelebilir, lakin benim aklımda olan tek şey neden birisinin bu kadar parası varken, diğerleri aç? Ve neden aç onu savunuyor? Kimsenin yaşam görüşüne ve inançlarına saygısızlık etmek niyetinde değilim, en sinirlendiğim anda dahi olmadım. Eğer sizi de toplumun bir kesminin sadece kendi inançlarına göre yaşayabilmek için tüm bunları göz ardı ettiğine, hepimizden toplananın sadece üçgenin en tepesindekilere yaradığı, en sonunda yine kaybedenin hepimiz olduğu gerçeği rahatsız ediyorsa, lütfen rica ediyorum herkes bir daha düşünsün. Buradan sonra bir sayfa daha yazmıştım fakat daha sonra okuduğumdan rahatsız olup sildim. En sonunda kardeşlik türküleri söylediğim bir yazı olsun istemiyorum.

Eğer modern ülke olmak falan bunu gerektiriyorsa, eğer dünya lideri olmak hırsız olmanın hoş görülmesini de beraberinde getiriyorsa, eğer kendi yolsuzluk iddialarını örtmek için dış güçler senaryosu üretip üstüne üstlük bunu kullanıp seçim propagandası olsun diye milli irade söylemi ortaya atılıyorsa yazıklar olsun öyle iktidara. Yazıklar olsun, olmaz olsun öyle büyük ekonomi. Adaletinizin içine sıçıyım.

Herkese iyi geceler,

Mert

Sunday, January 26, 2014

Güzel şeyler

Merhaba,

Ne güzel kelime di mi merhaba, o kadar güzel kelimelerimiz, deyimlerimiz varki. Mesela, kolay gelsin. Bir insana kolay gelsin demekten aldığım mutluluğu bana başka hiçbişey veremez sanırım. Ya da özene bezene hazırladığınız kahvaltınızı tadan insanların size ellerine sağlık demesi. Ellerine sağlık. Gözlerinizi kapatıp duymaya çalışın. Bu kadar güzel bir tepkiye verilebilecek en güzel cevap nedir? Afiyet olsun. Duymak için uyumazsın bile bazen.

Kahvaltı yapalım mı? Varoluştan bu yana sorulmuş en güzel soru değil mi? Ya da vapur gelmiş geçmiş en güzel ulaşım aracı değil mi? Aslında bu konuda bir yanlışk var, vapur bir ulaşım aracı değildir. Ne olduğunu ben bilemem ama asla sadece bir ulaşım aracı değildir. Biraz daha fazlasıdır. İçinde çay olan bişey asla sadece ulaşım aracı olamaz.

Çay mesela. Asla sadece bir içecek değildir, olamaz. Çayı içmek istediğin için içmezsin. Sen çay içersin zaten, o yüzden içersin. Hayatın bir çok eksiği vardır, çay bunlardan bazılarını kapatır. Geri kalanını kahve halleder, aralarında güzelce bölüşürler bu iş paylaşımını. Şeker ikisine de gerekmez bence, hayatın tadını bozar bunlar.

Penceresiz olur mu? Olmaz tabi, en güzelidir pencere, olmazsa olmazdır, en büyüğü makbuldür. Ama o güzel türküler çalmadan pencerenin hiçbir anlamı yoktur. Penceren ışık geçirmez türküsüz, fizik kurallarını alt üst edersin. En önemlisini atladım ama, pencerenden baktığında ağaç göremezsen, terket o evi. Biliyorum olmıycak ama sen terket işte. O ağaç işte buraya bana klasikleşmiş cümleleri yazdırmaya çalıaan ama bu seferlik başaramayan.

Susuz olur mu? Olmaz. Su.

En güzellerinden, bira. Dünyanın en özel olmayan şeyi olduğu için bu kadar özel benim için. Behzat Ç. akşamı gibi, samimi ve benden. Ama o şişenin şişeye değdiği çing sesi olmadan anlamsız. Boşlukta süzülen biralar.

Bunu es geçersem kendime ihanet ederim heralde. Deri ceket giymenin verdiği inanılmaz haz. Deri ceketlerinizi sevin ve onlara hürmet gösterin.

Kitaplığında iki kitabın sırtına birbirini dayayarak sırt sırta dimdik durmasından daha iyi bişey var mı? Var. Üçüncü kitabın elinizde olması. Kelimeler kağıtlara ne kadar yakışıyo di mi? Kitaplarımızı kitaplığımızda dimdik tutalım arkadaşlar.

Çanakkale. Balık tutmaya giden amca ve oğlu. Pembe domates satan hoşsohbet amca. Ağaçlardan düşen kozalaklar. Piknik masası, 60 watt'lık ampul, dünyanın en rahat koltuğu. Çanakkale'ye gidin. İstikamet Artvin.

Dostlar, bişey söylememe gerek var mı? Demekki var, yazıyorum. Seviliyosunuz işte, garantisi süresiz. Her biriniz.

Bi çok şeyi yazmayı unuturum heralde. Bak yine yanlış kullanım. Ben hiç birini unutmam. Hiç bişeyi unutmam. Her anı, her düşünceyi, her mutluluğu, her güzel yüzü, her kahkahayı hatırlarım. Onların hepsi benim. Merdiven çıkarken yaptığım saçma dans da benim. Yaptığım de-da yanlışları da benim. Sabaha kadar yazabilirim ama daha fazla yazmak istemiyorum bu gece. Hep merak etmişimdir insanlar nasıl bu kadar uzun yazabiliyor diye. Kadıköy sokaklarında olmak vardı.

İyi geceler,

Mert