Yine erken kalkmıştı o gün. Herkesin
bir biyolojik saati vardır derler, onunkisi bozuk olmalıydı
herhalde, yoksa neden alarmını kurduğu saatten yaklaşık bir saat
önce uyanır ki insan? Belki de istisnaydı çünkü tüm etmenler o
günün istisnai bir gün olabileceğini gösteriyordu. Cumartesiydi.
Heyecanından uyuyamadığını kendinden bile gizlemeye çalıştı,
genelde başaramazdı böyle şeyleri, başaramadı da. Özenerek
hazırlandığını farkettiğinde, yaz günü olmasına rağmen
talihsizlik eseri yanında sadece botlarının olduğunu düşünüp
canı sıkıldığında gizlemekten de vazgeçti artık. Evden
çıkarken içinde beklenti sahibi olmamanın verdiği rahatlık ve
heyecan etkisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı, öyle ki
buluşacakları Beşiktaş Çarşı Meydanı'na doğru yol alırken
ıslık çalıyordu, bu keyifli olduğunun en belirgin alametlerinden
birisiydi.
Meydana geldiğinde
saatler 9.28'di, 9.30'da buluşmak için sözleşmişlerdi. Bütün
heyecanının ve ıslıklarının sebebi olduğunu kestirebildiği
kız biraz geç kalabileceğini söylemesine rağmen, kendisini
erkenden sokaklara vurmayı alışkanlık etmiş olması o günde
ufak şeylerden ne kadar keyif aldığını hatırlatmıştı
yeniden. O günlerde Süleyman Seba'nın vefatı sebebiyle bir yas
havasına bürünmüş Beşiktaş Çarşı'da, hayat yine tüm
doğallığıyla devam ediyordu. Cumartesi gününün sabahında saat
10 olup araba yasağı başlamadan işlerini bitirip çıkabilmek
için can havliyle işe sarılan insanlar, Anadolu'nun herhangi bir
şehrinden geldikleri İstanbul'da, arkadaşlarına gösterirken
gurur duyacakları Kartal Heykeli'nin önünde poz veren gençler,
artık ününü sağır sultanın duyduğu, bu sebepten eski tadını
biraz da olsa yitirmiş Beşiktaş kahvaltıcılarında sıra
beklememek için koşuşturan çiftler, arkadaş grupları, yan gelip
yatma eyleminin en güzel temsilcileri olan sokak köpekleri,
buluşacakları diğer insanları beklerken volta atarak meydanın
her santimetrekaresini ezberlemeye çalışan insanlar, günlük
hayatın sadece bir devinimden ibaret olduğunu gösteren bir tablo
gibiydi. Tüm bunların ortasındaki Kartal Heykeli ise istifini hiç
bozmadan ikamet ettiği yerde devinimin illa da değişim demek
olmadığını gösteriyordu.
Tüm bunlara bir
süre dışarıdan bakarken, bir anda parçası oluvermek istedi
çocuk. Fotoğraflarını çekti gençlerin heykelin önünde,
elbette ikişer defa. Meşrubat indiren bir kamyona kendi deyişiyle
gel-gel, halk arasındaki deyişle değnekçilik yaptı, hoop demeyi
ihmal etmedi. Köşedeki tekel büfesiyle sohbete tutuştu biraz, yan
gelip yatma eylemine inatla devam eden sokak köpekleriyle arkadaşlık
etti. İçi içine sığmıyordu ya, meydanı pek nizami bir hale
büründüren kaldırım taşlarının üstünde denge oyunu oynamayı
denedi. Voltaların sonu gelmiyordu, bir an önce gelseydi ya artık
İrem! Ne güzel bir ismi vardı, üstelik onu kahvaltıya davet
etmesi ne kadar hoş bir incelikti. Farklı hissediyordu, anlatılacak
bir şey değil bu, heyecanlı ve fena halde iyimserdi. Geç kalmıştı
ama sevmezdi geç kalınmasını ama bu bile her zamanki kadar
rahatsız etmemişti onu. Kendine güveni had safhadaydı, gözleri
fıldır fıldır sadece fotoğraflarını gördüğü o kızı
arıyordu.
Ve işte nihayet
geliyordu BKM tarafından meydana doğru, kalabalığın arasından
hemen nasıl seçiliyordu ama.
Kalabalığın-arasında-hemen-farkedilebilen-kız da onu görmüştü,
inci gibi dişlerini gösteren bir ufak bir gülümsemeyle yanına
geldi, gözlerinde ise güneş gözlüğü vardı. Merhabalar alınıp
verildi, kızımız nasıl trafik olduğundan ve geç kaldığı için
üzgün olduğundan söz ederken, oğlumuz ise bunun hiç sorun
olmadığından, sabah sabah yaptığı ufak tefek işlerden
bahsetti. Tüm bunları konuşurken kahvaltıcılara varmışlardı
bile ama bir sorun vardı, sohbetlerinin ilk başladığı zamanlarda
konuştukları, kızın Beşiktaş'taki en sevdiği kahvaltıcılardan
olan Faruk'ta yer yoktu. Hemen kararını verdi oğlumuz, yan tarafa
oturacaklardı, uyar mıydı? Uyarmış elbet. Oturdular.
Kızın gözlerini
daha önce bir fotoğrafta görmüştü çocuk, sadece gözlerini
görmüştü üstelik. Henüz fotoğrafların ne kadar değerli
olabileceğini bilmiyordu o an. Belki de bu yüzden buluştukları
andan itibaren, tüm yol boyunca oğlumuzun aklından çıkmayan bir
düşünce, kahvaltı masasında karşılıklı oturunca daha da
belirginleşti. Gözlerini görmeliydi onun ama bir sorun vardı, kız
gözlüklerini çıkarmamıştı henüz. Üstelik de bir şeyler
anlatıyordu! Algısı gitgide kapanmaya başlamıştı çocuğun,
başka ayrıntılara dikkat edemez olmuştu bu yüzden. Ah bir
çıkarsa gözlüğünü, yüzünün bölünmez bütünlüğünü
duyursa tüm dünyaya! Ekranları başındaki tüm izleyicileri,
sezon finalinin son sahnesinden önce reklam vererek, isyan, heyecan
ve merak duygularını aynı anda yaşatan dizi gibiydi kızımız.
Kızın karşısındaki çocuk ise her reklamın ardından “Şimdi
başlayacak!” diye kıvranan seyirciydi elbette. O sırada
tesadüfen oralarda olan bir arkadaşım, gerçekten de çocuğun o
an kıvranmakta olduğunu söyledi bana. Ne kadar devam ettiği
bilinmez bu kıvranmaların, fakat kız en sonunda dayanamadı
çocuğun gözlerinin sessiz baskılarına ve çıkardı
gözlüklerini. Çocuğun içinden geçen ilk şey şuydu, “Ah ne
kadar güzelsin”. Günün ilk çayını içer gibi ısındı içi,
üstelik sabahın erken saatlerinde üşenmeden kalkıp çay suyunu
koymuş, önce suyun kaynamasını, daha sonra çayın iyice
demlenmesini beklemiş birinin haklı gururuyla.
Gözleri, yüzünün
tüm zarifliklerini ortaya çıkarmaya yarıyordu demek ki, alt
dudağını o ana kadar farketmemesinin başka bir açıklaması
olabilir miydi? Teninin, gözlerini dinlendiren, damarlarındaki kan
akışını hızlandıran, açıklaması zor olan rengine ne demeli?
Şapşal şapşal bakıyor olabilirdi o an, o an ne kadar sürerse
sürsün bunu bir kenara bırakmalıydı, bıraktı da. Sohbet ne
kadar hoş ilerliyordu kendiliğinden, ne kadar rahattı o kadar
heyecan duymasına rağmen, buna inanamadı. Bir şey vardı bu
kızda, ne olduğunu bilemediği, konuşturuyordu sanki pür dikkat
bakan gözleri, en ufak detayı dahi kaçırmayan kulakları. Şimdi
bu sohbet her daim olmasın mıydı? E olsundu tabii, üç gün sonra
Almanya'ya döneceği gerçeğini unutmuştu çoktan. Öyle mutluydu
ki hatta, mutluluğun ıslıktan başka bir diğer alameti olan
iştahı da açılmıştı, menemeni düşüncesizliğin zirvesine
ulaşarak bitirmişti bile.
Konuşuyordu,
anlatıyordu çocuk, hazineydi bu hazine.Kahvaltı masasından
kalktıklarında bile hala konuşuyorlardı. Vapura nasıl da hemen
vardılar, varlığının her saniyesini farkındalıkla geçirmeyi
alışkanlık haline getirmiş birisi için ne kadar korkutucu bir
şey bu. Vapurun kalkmasına daha vardı, kız bir sigara yaktı ve o
an parmaklarını farketti çocuk. Gerçek olamayacak kadar
güzellerdi, konuşmaları gibi uzun ve çekiciydi parmakları,
kesintisiz ve dokunma hissi uyandıran. O an ellerini tutmak istedi
işte, ama nasıl yapabilirdi ki? Hala konuşuyorlardı elbette,
Hatice ve kocasından bahsettiler, Çinliler'in ne kadar kötü yemek
yaptığından, çocuğun yurtdışına gitmeye nasıl karar
verdiğinden. Konuşabiliyorlardı, en hayati şey buydu oğlumuz
için, her şey rüya gibi değil miydi? Güneşli bir Cumartesi günü
vapurla Beşiktaş'tan Kadıköy'e geçmek gibiydi aralarındaki, hem
de dışarıda otururcasına. Hal böyleyken vapurda da aksini
yapacak durumları yoktu ya, alt katta Anadolu yakasına bakan tarafa
oturdular. Ellerine kayıyordu gözleri, sarıp sarmalanıyordu
görünmez ipliklerle, ellerine dokunmak istedikçe elleri
bağlanıyordu, yüzünü çevirip baksa kim bilir başka neler
isteyecekti, en iyisi yanyana olmanın keyfine varıp, vapur
yolculuğunun sunduğu eşsiz manzaraya varmaktı. Bakmasa da
hissediyordu sarıp sarmalandığını, bir yolculuk işte böyle
geçti. Velhasıl, vapurdan indiler, indikten sonraki ilk ışıklara
doğru yürürken Kadıköy rıhtımda, kız gülmüştü söylediği
bir şeye ve sol kolunun üstüne dokunmuştu çocuğun, kutup
ayısının kış uykusundan uyandığı ilk anı bir hayal eder
misiniz?
Birbirlerini
tanıyabilmelerine sebebiyet veren detaylardan olan kütüphaneye
doğru yürüdüler kutup ayısı ve kızımız. Kutup ayısıydı ya
oğlumuz artık, yavaş yürüyordu, kızımızın acelesi vardı
halbuki ama gelsin o affetsin oğlumuzu. En nihayetinde vardıklarında
ise kütüphanenin kapıları, ikisi için kızın çantasından
çıkan anahtarla açıldı ve içeri girdiler. Ufak olmasına rağmen
ferah bir kütüphaneydi, bundan böyle burada daha çok vakit
geçirmek istemiş olması bu yüzden miydi? Raflardaki tüm
kitapların, içerideki rahat koltuğun, çalışma masalarının,
duvarlardaki posterlerin tam ortasında, her şeye hakim görünen ve
tüm bu tabloyu artık nasıl yapıyorsa güzelleştiren kıza baktı.
İşte o an, onu öpmek istedi, tam anlamıyla tamamlanmak isteğiydi
bu. İçinden bu tamamlama isteğini tanımlamak adına bilimsel
açıklamalar geçiyordu, mutluluğun üçüncü alametiydi bu.
Davranışlarının biraz daha garipleşmesi belki bu sebeptendir,
hemen dikkatini kitaplara vermek istedi bu yüzden. O sırada
kendisine ve kahvesini şekersiz rica eden oğlumuza kahve
hazırlıyordu kızımız. Hangi sebepten kızın ellerini
titrediğini tahmin etmeye dahi cüret edemeyecek derecede kapılmış
çocuk, kızın ellerinden kahvesini alırken, az önce o dokunma
hissi yaratan parmaklara dokunmamaya büyük bir çaba sarfetti. Ne
kadar zor ama ne kadar yaşanılasıydı hayat o an, bu kadar
isterken dokunmayı, dokunmamayı seçmenin ne anlama geldiğini
yavaş yavaş da olsa anlıyordu.
Midede hissedilen
bir boşluk aklındakileri uzaklaştırmaya itti onu, bir kütüphanede
de bunu yapmanın en iyi yolu kitaplardan konuşmaktı. Öyle de
yaptılar arka odadaki masada karşılıklı oturup kahvelerini
yudumlarlarken. Hemen kızın arkasındaki bilim kitaplarının
olduğu bölümde buldular kendilerini yan yana. Yan yana durdular ve
baktılar kitaplara, ama aklındakileri uzaklaştırma planındaki
bir kusurun farkına vardı o an çocuk. Açıklamaya teşebbüs
edilse, sessiz ve hafif sıfatlarının kesinlikle kullanılacağı,
isim olarak ise sözlüklerde karşılığı olmayan, sadece his
demenin haksızlık olacağı, daha çok bir durum olarak
nitelendirilebilecek olan bu kusur, çocuğun, ilk defa o an
keşfettiği, mutluluğunun alametlerinin en yeni üyesiydi,
kızımızın alametifarikasıydı.
Jared Diamond'ın
kitaplarının farklı bölümlere konduğunu farkettiğinde, elbette
ki Jared Diamond'ı düşündüğü falan da yoktu çocuğun, acaba
az önce hissettiğini nasıl açıklayabilirdi, beyninin vızır
vızır çalıştığıını acaba kızımız duyabilir miydi? Bugün
ilginç bir gündü, hiç adeti olmasa da yeniden açıklamaları bir
kenara bıraktı, düşünecek zaman değildi, garip davranıp
korkutmak istemezdi kütüphaneye-her-anlamıyla-hakim-olan kızı.
Ama kenara bir türlü bırakamadığı bir düşünce cereyan etti
ki aklında, kütüphanenin içinde akmadığına emin olduğu zamanı
bir anda hızlandırmaya yetmişti bu düşünce. Hikayenin kendi
yarısını bilmenin verdiği güvenle geçirdiği saatlerden sonra,
hikayenin diğer yarısını bilmediğini farketmişti. Bu
farkındalık peşinden soru dalgaları getirmişti elbette, “acaba
o da..” kelimeleriyle başlayan bu soru dalgasının bütün
üyeleri, çocuğu kızın yüzünde cevap aramaya ittiler. Kız hala
kitaplara bakıyordu. Sessizleşmişti zaten bir kaç dakikadır, ya
da bir süredir demek daha doğru, dakika kavramından vazgeçeli çok
olmuştu o gün. Bu sessizliği kötüye yormaya dünden razıydı
içindeki şeytan, zaten iyi çalışırdı bu şeytan, hep en mutlu
anlarını beklerdi limon sıkmak için. Kötü hissetmişti, kızın
bakışları sanki artık gitme vakti der gibiydi. Ani bir kararla
gitmek için izin istedi, kız da izin verdi. Çıkarken tam kapıda
elini sıktı kızımızın, “Umarım bir daha görüşürüz”
dedi ve merdivenlerden yavaşça aşağı indi. Olumsuzluklara
ucundan dokunmuş düşüncelerine rağmen, adımını Kadıköy
sokaklarına yeniden attığında ise içinden “Görüşmeliyiz.”
dedi.