Saturday, November 28, 2015

Düşüncelerin çıkış noktalarının düğümlenmesi

Merhabalar,

Düşünceler vücuttan bir kaç yoldan çıkabilir. Konuşmak aracılığıyla ağzın kullanılması bu yollardan akla gelen ilkidir. İkincisi de, bu yazının da olduğu gibi, parmakların kullanıldığı bir yoldur. Bu yol konuşmaktan çoğu zaman daha etkili olsa da, insanın hangisinden yana tercihini kullanacağı genelde belirsizdir.

Diğer yollardan birisi, gözler ve yüz mimikleridir. Genelde bu yol istemdışı olmakla beraber, sözlü ya da yazılı kelimeler kadar çok şey anlatmasa da, kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği hisleri aktarabilme potansiyeline sahiptir.

Yukarıda bahsettiğim yollardan ilk ikisi olan ağzımın ve parmaklarımın düğümlendiğini hissediyorum. Şu yazıyı yazmak bile dinlemek zorunda olduğun çok sıkcı bir dersi dinlemek gibi. Ya da kabız olmak gibi, sonunda hiçbir şeyin olmayacağını bilmene rağmen beklersin ya hani. Ya da siz beklemez misiniz? Nerden bileyim ben?

Çıkmıyor düşünceler. Çıktı mı da benim kulağıma, gözüme bile yabancı geliyor. Bir anlamda kendine yabancılaşmak bu, kimseye faydası yok. Aynen şu yazı gibi. Anlatılmak istenenler var, ancak bunlar tutarlı bir hikaye oluşturmuyorlar.  Eternity'yi 8-9 yaşında çözmeye çalışmak gibi bir hikaye oluşturmak. Havada kalıyor, okuyan (ben) düşünceleri takipte zorlanıyor(um). Sanırım düşünceleri yazmıyorum bile.

There goes the two minutes of your life, at the expense of nothing.

Herkese içinde ufak bir parça kötülüğün bulunduğu güzel geceler,

Mert

Friday, October 30, 2015

İki senenin sonu

Merhabalar,

Sayfalarca yazacak gücüm yok. Sayfalarca yazılacak şey olmasına rağmen. İki yılın yorgunluğu mu bu, yoksa şu son zamanların yüksek temposunun getirdiği yorgunluk mudur bilinmez ama ancak bir kaç satır çıkar herhalde benden. Bu gece iki yıldır kaldığım odada son gecem. Geceleri geçen trenlerin seslerini, penceremin önündeki ağacı, içtiğim biraları, yaktığım mumları ve İrem'imle bu yatağımızda beraber uyuduğumuz geceleri unutmayacağım.

Herkese son kez iyi geceler bu odadan,

Mert

Sunday, October 4, 2015

Dördüncü'de olmadığım bir gecenin ürünü

Merhabalar,

Hava soğuk, hasta olmak üzereyim ama keşke bira olsaydı şimdi. Dördüncü de olsaydım hatta şu an, beşinci buzlukta soğuyor olsaydı. Yazmak istiyorum çünkü, ayık kafayla yazılır mı hiç? Ayık kafayla unutuyor insan, bir bakmışsın az önce düşündüğün her şey uçup gitmiş. İzi kalmıştır bir tek, sadece hissettiğinle kalırsın. Sana bunu ne hissettirmişti hatırlayamazsın. Aslında biraz zorlar ve hatırlarsın. Sonra on dakika önce birbirini takip eden çıkarımlarla ulaştığın sonuca ulaşmaya çalışırsın. Yok, oraya gelemezsin. Çünkü geçen her saniyeyle biraz daha değişirsin.

Değiştirmediği şeylerle övünebilir mi insan? Değiştirmediği şeye göre değişir dersek doğru olur, ancak bunu söylediğimiz anda göreliliği işin içine kattığımızın her an farkında olalım. İşin içine görelilik girdiğinde, herkesin bilmesi gereken tek şey doğru ve yanlış denen olguların bilinen anlamlarını yitirdiğidir. İnsan senelerdir kullandığı çantayı, eskimiş olsa bile değiştirmeyebilir ve bununla övünebilir. Çünkü değer bildiğini hissettirir. Laf arasında, değer bilmeyi önemsemek, değerinin bilinmesine olan açlığın da habercisidir. Bir sene kullandığı çantayı değiştirip, yenisini, daha güzelini, daha pahalısını almak ve daha güzel/yakışıklı ya da daha çekici/göz alıcı görünmek isteyenler de olabilir ve haliyle bununla övünebilir. Şimdi siz bu yazıyı birinci örnekteki kişiye yakın birinin kaleminden okuduğunuzdan, sanki çantayı değiştirmemenin doğru olduğunun vurgulandığını çıkarabilirsiniz ancak tam tersi. Yazar, göreliliğin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşadığımızı biliyor ve tek isteği anlaşılmak. Bir şeyler yazıp gidicem yani.

Değiştirmediği şeylerle övünen insan, değiştirdiği şeylerden ötürü de iyi hissedebilir mi kendisini? Cevabın yine görelilik teorisinden geçtiğini sanırım okur da anlamıştır. Elinde olarak ve/ve ya elinde olmadan değişiyor insan. En başta biriktirdiği için değişiyor. Yaşanan her saniye birikimdir, her birikim ise değişimdir. Neler biriktireceğini seçmesi her zaman mümkün değildir insanın. Bu haliyle bu birikimlerin getirdiği değişimlerden övünç duymaması beklenebilir. Ancak, hatırlanması gerekir ki, her birikim, her değişim, kişinin dünyada yaşadığını gösteren bir yoltaşı gibidir. Sırf bu yüzden, sırf yaşandığı için, ve eğer bu insanca yaşamaksa, insan övünç duyabilir değişimiyle.

İçime sinen bir yazı olmadı. Bu yüzden yazmaya ömrüm boyu devam edeceğim. Her yazım bir birikim olacak, her birikim beni biraz daha değiştirecek. Ta ki doğduğum kişiden hiçbirşey arta kalmayana kadar.

Herkes iyi uyusun.

Mert

Saturday, September 12, 2015

Dünya'nın kendi ekseni etrafında dönmesinden ötürü oluşan zaman farklılıkları

Merhabalar,

Hani günü bitirirsin, gece olur, yorgunsundur, uykun gelir ya. Etraf olabildiğince sessizdir hani. İşte o an, hatırla ki bir yerlerde güneş doğuyor, insanlar kahvaltı yapıyor, güne başlıyor, umut doluyor. İşte bunları hatırla ve siktir et bütün dertleri. Dünya'nın kendi ekseni etrafında dönmesinin bile insan psikolojisine etkisi varsa, kendini bağışla, içini umutla doldur.

İyi geceler,

Mert

Wednesday, June 10, 2015

Yazamamak üzerine bir yazı

Merhabalar,

Bu sabah yazabileceğim hissiyatıyla evden dışarı adımımı attım. Bir yazamazlık almış başını gidiyor epeydir. Parmaklar tuşlara basmak istemiyor, el kaleme gitmiyor. Sahi, neden yazamaz bir insan?

Aslına bakarsanız, bir insanın neden yazamayacağı konusunda fikir sahibi değilim ve sanırım olamam hiç bir zaman da. İnsanlar hakkında genel yargılara varabilmek öyle göründüğü kadar basit değil. Lakin, tüm insanlık için konuşamasam da kendim için konuşabilirim elbette. O da kendimi tanıdığım kadar ki kendimi pek tanımıyorum ya da anlam veremiyorum diyelim.

Yukarıdaki iki paragrafı yazarken, yazamamamın nedeninin zihinsel yoğunluk ve yorgunluk olduğunu düşünüyordum. Bunların etkilemediğini asla söyleyemeyeceğim fakat şimdi farkettiğim bir şey var ki aslında yazamamak değil, yazmak istememekten muzdaribim bir zamandır. Neden istemez Mert insanı yazmak? Yazarak büyüdüğünü, yazarak kendini tanıdığını düşünen bir Mert insanı günlerce eline kalem kağıt almak istemezse bunun sebebi ne olabilir? Peki bu kadar konuştuktan sonra nasıl şimdi yazabiliyorum?

Aslında yazmıyorum farkındaysanız. Kelimeler var fakat hiçbir şey söylemiyorlar. İşte bu yazamamaktır, yazarak yeni hiçbir şey söylememek. Konuşmak fakat hiçbir şey söylememek, söyleyememek. İnsanın zihninden, diline ve ağzına ya da parmaklarına ve kaleminin ucundan kağıda boşaltım yapamamasıdır ki vücudu yorar, sadece zihni değil. Çoktan sistem dışına atılması gereken düşünceler yerleşir. Uzatmayacağım bunu, herhalde bunun olmaması gerektiğini anlatabildim.

Daha çok yazmak, düşündüklerimizi bir nebze de olsa dışa vurmak gerektiğine inanıyorum. Yazamamak, konuşamamak ancak bir çeşit lanet olabilir. Dağılsın mı öyleyse bu lanet?

Herkese iyi sabahlar,

Mert

Thursday, May 7, 2015

Kahvenin soğuması ve biranın ısınmasından yola çıkarak, yaşamak üzerine

Merhabalar,

Elimde kahve olan sabahlardan biri. Yani herhangi bir sabah.  1 kilogram kahve yetiştirebilmek için yılda 20 000 litre su harcanıyormuş. Şuradan kahveyle ilgili daha fazla bilgi alabilirsiniz:

http://www.thrillist.com/drink/nation/coffee-facts-things-you-didn-t-know-about-coffee

Kahveyi bir kenara bırakacak olursak, elbette ki bir yudum aldıktan sonra, klavyenin tuşlarına hangi sebepten vurmaya başladığımızı anlatabileceğimizi sanıyorum. Bu arada kahvemiz soğuyacak, damakta çok kötü bir tat bırakacak bir hale bürünecek ancak soğuk kahve içmek de öyle kötü değildir, bir işe odaklanıp kahveyi unutabilmek bir mutluluktur.

Daha henüz açmadığımız konudan bu kadar uzaklaşmayalım. Yaşamak ilginç, kahvenin soğumasına ve biranın ısınmasına aynı şekilde üzülebiliyor insan. Kesinlikle bize yerleşmiş/yerleştirilmiş adalet anlayışından yoksun, çözümleyemediğimiz, adını koyamadığımız ancak ve ancak "adaletsiz" diyerek tanımlayabildiğimiz bir adalet anlayışı var. Bizim anlayışımızla gerçeklik arasındaki bu farkı anlamak o kadar da zor değil aslında. Her insan için evrenin merkezi kendisiyken, aslından evrenin bir merkezinin olmamasına benzer bu, kaldı ki Dünya sıradan bir galaksi olan Samanyolu Galaksisi'nin dış kollarından birisinde yer alan sıradan bir yıldız olan Güneş'in gezegenlerinden birisi. Bunu anlayabilmek özgürlük.

Yanılsamalarla dolu hayat, zihnini yormak istemeyenler, ki çoğunluğunu oluşturur toplumun, yanılsamaları olduğu gibi kabul ederler. Güneş'in Dünya'nın etrafında dönmesi algısı bu yanılsamalardan birisidir mesela, en kolay açıklamasıdır gece ve gündüzün. İkinci kere düşünmeyi gerektirmez, üçüncüden bahsetmiyorum bile. Ama gerçeği anlamanın yolu basitin ve kolayın rahat kollarından çıkabilip en sorgulanamazı sorgulamaktan geçer. Sorgulamak ise adanmışlık ve özgürlük ister. Çünkü harcında gerçeklik olmasa dahi bir zemin üzerinde yükselmek insanda denge ve güven hissiyatı oluşturur. Ama "Sahici bir sarsıntı sahte bir dengeden iyidir".

Velhasıl, hayat ne adildir, ne de kolay. Eğer peşinde olunan bunlar ise, hayat sadece bir yanılsamadan ibaret olur. Mücadele etmektir hayat, direnmekten geçer yaşamın yolu. Kış geldiğinde toprağın altındaki tohumların yaşam mücadelesidir hayat. Yavru kutup ayılarının attığı ilk adımdır. Anne filin, bataklığa saplanmış yavrusunu kurtarmaya çalışmasıdır hayat. İmparator penguenlerinin yumurtalarını ne pahasına olursa olsun korumasıdır, eşlerinin tam zamanında mideleri balık dolu döneceğine inanarak.

Hayatın adaletsizliğine, zorluğuna aldırmadan, hatta bu şekilde olması gerçeğini kucaklayarak mücadele etmenin özgürlüğünü yaşamak bir onur. Bunu, bütün o yol boyunca elinizi tutarak sizinle yürümeyi, sizinle birlikte mücadele etmeyi, sizinle birlikte engelleri aşmayı seçmiş ve bundan mutluluk duyan birisiyle yapmak ise çok daha fazlası. Birlikte direnmeye ve birlikte meydan okumaya devam. İnsan ancak böyle yaşadım diyebilir.

Herkese iyi günler,

Mert




Wednesday, January 28, 2015

Kaftansız Kafkas


Merhabalar,

İlkokul 1. sınıftaydık, artık nasıl olduğunu hiç hatırlamıyor olsam da, kafkas ekibindeydim. Sınıf öğretmenimiz olan Mualla Hoca'nın izniyle, bazı derslerde okulun bodrum katına inip prova yapardık. Neden olduğunu o zaman da bilmediğim, şimdi ise ancak şu yaşımın verdiği aşınmışlıkla yorumdan öteye geçmeyecek bir sebepten ötürü çok sıkı çalışıyordum kafkas oyununa. Dizlerimi karnıma kadar çekiyordum, kolumu dimdik tutuyordum, yumruklarım sımsıkıydı. Güzel zamanlardı, çizgi film izler, ateri oynardık, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) nasıl yazılacak diye kavga ederdik. Düşündüğümüzün anında yüzümüzden okunduğu, dilimizden döküldüğü zamanlardı.

Müsamere zamanı yaklaşıyordu, kafkas ekibi kıyafetleri toplu alınacaktı, neden olduğunu hiç bilmediğim, hatırlamadığım bir sebepten ötürü benim kıyafetlerimin siparişi verilmemişti. Parasını mı ödememiştik, yoksa unutulmuş muydu hiç bilmiyorum. Hatta müsamere gününe kadar kıyafetim konusunda problem olduğunu dahi bilmiyordum sanırım. Müsamere gününün öncesindeki gece uyuyamamıştım, uyuyamadığım her gece de olduğu gibi, annemin ya da babamın yaklaşan ayak seslerini duyduğumda, gözlerim faltaşı gibi açık tavanı seyreder halden bir anda gözlerimin sımsıkı kapalı, sırtımın kapıya dönük olduğu sahte-uyku haline dönerdim. İçeri giren annem/babam da benim oyunuma ortak olur “Aaa Mert uyumuş” derlerdi, ben gülmemek için zor tutardım kendimi. Velhasıl, heyecanlıydım o gece, elbette uyuyakaldım bir süre sonra.

Sabah ne oldu, ne bitti, hiç birini hatırlamıyorum, hafızamda yok. Çocukluğumla ilgili hatırlayamadığım anları, çoğu anı hatırlayamıyorum, hep depreme yorardım, hala da değişmedi bu tutumum. Hatırladığım tek şey ise, oyundan hemen önce sahne arkasındayken, kafkas kıyafetlerinin geldiği andı. Ufaktık ya, annelerimiz oradaydı bizi giydirmek için. Herkesin kıyafeti tek tek çıkıyordu, kaftanından tut, kalpağına, çizmesine kadar. Benim gömleğim, kemerim, çizmelerim, kalpağım yerli yerindeydi, lakin kaftanım çıkmamıştı bi türlü. “Benim kaftanım neden yok?” sorusunu safça sorduğumu hatırlıyorum anneme. Annem ve kafkas hocamız(ismini hatırlamıyorum) benim kaftanımın çıkmadığını, ama bunun sorun olmadığını, sahneye çıkıp onlarca kez çalıştığım hareketleri yapmamı söylediler. Hangisi, hangisini söyledi bak onu hatırlamıyorum, muhtemelen kurdukları cümle de bu değildi ama farkeder mi? Moralim bozulunca yüzüme yansırmış benim, yakın dostum Hakan söyledi bunu yakın zamanda bana, valla farkında değildim. Sahneye çıktığımızda, tüm siyah kaftanlı arkadaşlarımın arasında bembeyaz gömleğimle kim bilir ne kadar gülünç görünüyordum. Sanki müsamereye gereken önemi vermemiş, özeni göstermemiş gibi görünüyor olmalıydım, halbuki ne kadar çok çalışmıştım, ne kadar çok istemiştim güzel bir performans sergilemeyi.

Tüm figürleri doğru dürüst yaptığımı hatırlıyorum, sıcaklamıştım, onu da hatırlıyorum. Müsamere bittikten sonra babam ortalarda görünmüyordu, annem, kafkas hocam gelip kutladı, arkadaşlarımın anneleri de öyle. Ne kadar olgunca hareket etmişim ve gösteriyi bozmadan “idare etmişim”. İdare etmek kelimesini bana açıklamaya çalışmışlardı, çok iyi hatırlıyorum şimdi. Tebriklerin önemi var mıydı benim için? Yoktu, çünkü bence olmamıştı, hayallerimdeki gibi değildi. Zerre tesir etmiyordu başka insanların sözleri, hayalkırıklığıyla doluydum. O ruh halinden nasıl çıktığımı, bu anıyı nasıl unuttuğumu bilmiyorum. Fotoğraflar depremde kaybolmuştur, eminim. Unutmamak için yazdım bu yazıyı.

İyi geceler,

Mert




Saturday, January 10, 2015

Kahvaltı, vapur ve kütüphaneyle geçen bir cumartesi gününün hikayesi

Yine erken kalkmıştı o gün. Herkesin bir biyolojik saati vardır derler, onunkisi bozuk olmalıydı herhalde, yoksa neden alarmını kurduğu saatten yaklaşık bir saat önce uyanır ki insan? Belki de istisnaydı çünkü tüm etmenler o günün istisnai bir gün olabileceğini gösteriyordu. Cumartesiydi. Heyecanından uyuyamadığını kendinden bile gizlemeye çalıştı, genelde başaramazdı böyle şeyleri, başaramadı da. Özenerek hazırlandığını farkettiğinde, yaz günü olmasına rağmen talihsizlik eseri yanında sadece botlarının olduğunu düşünüp canı sıkıldığında gizlemekten de vazgeçti artık. Evden çıkarken içinde beklenti sahibi olmamanın verdiği rahatlık ve heyecan etkisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı, öyle ki buluşacakları Beşiktaş Çarşı Meydanı'na doğru yol alırken ıslık çalıyordu, bu keyifli olduğunun en belirgin alametlerinden birisiydi.

Meydana geldiğinde saatler 9.28'di, 9.30'da buluşmak için sözleşmişlerdi. Bütün heyecanının ve ıslıklarının sebebi olduğunu kestirebildiği kız biraz geç kalabileceğini söylemesine rağmen, kendisini erkenden sokaklara vurmayı alışkanlık etmiş olması o günde ufak şeylerden ne kadar keyif aldığını hatırlatmıştı yeniden. O günlerde Süleyman Seba'nın vefatı sebebiyle bir yas havasına bürünmüş Beşiktaş Çarşı'da, hayat yine tüm doğallığıyla devam ediyordu. Cumartesi gününün sabahında saat 10 olup araba yasağı başlamadan işlerini bitirip çıkabilmek için can havliyle işe sarılan insanlar, Anadolu'nun herhangi bir şehrinden geldikleri İstanbul'da, arkadaşlarına gösterirken gurur duyacakları Kartal Heykeli'nin önünde poz veren gençler, artık ününü sağır sultanın duyduğu, bu sebepten eski tadını biraz da olsa yitirmiş Beşiktaş kahvaltıcılarında sıra beklememek için koşuşturan çiftler, arkadaş grupları, yan gelip yatma eyleminin en güzel temsilcileri olan sokak köpekleri, buluşacakları diğer insanları beklerken volta atarak meydanın her santimetrekaresini ezberlemeye çalışan insanlar, günlük hayatın sadece bir devinimden ibaret olduğunu gösteren bir tablo gibiydi. Tüm bunların ortasındaki Kartal Heykeli ise istifini hiç bozmadan ikamet ettiği yerde devinimin illa da değişim demek olmadığını gösteriyordu.

Tüm bunlara bir süre dışarıdan bakarken, bir anda parçası oluvermek istedi çocuk. Fotoğraflarını çekti gençlerin heykelin önünde, elbette ikişer defa. Meşrubat indiren bir kamyona kendi deyişiyle gel-gel, halk arasındaki deyişle değnekçilik yaptı, hoop demeyi ihmal etmedi. Köşedeki tekel büfesiyle sohbete tutuştu biraz, yan gelip yatma eylemine inatla devam eden sokak köpekleriyle arkadaşlık etti. İçi içine sığmıyordu ya, meydanı pek nizami bir hale büründüren kaldırım taşlarının üstünde denge oyunu oynamayı denedi. Voltaların sonu gelmiyordu, bir an önce gelseydi ya artık İrem! Ne güzel bir ismi vardı, üstelik onu kahvaltıya davet etmesi ne kadar hoş bir incelikti. Farklı hissediyordu, anlatılacak bir şey değil bu, heyecanlı ve fena halde iyimserdi. Geç kalmıştı ama sevmezdi geç kalınmasını ama bu bile her zamanki kadar rahatsız etmemişti onu. Kendine güveni had safhadaydı, gözleri fıldır fıldır sadece fotoğraflarını gördüğü o kızı arıyordu.

Ve işte nihayet geliyordu BKM tarafından meydana doğru, kalabalığın arasından hemen nasıl seçiliyordu ama. Kalabalığın-arasında-hemen-farkedilebilen-kız da onu görmüştü, inci gibi dişlerini gösteren bir ufak bir gülümsemeyle yanına geldi, gözlerinde ise güneş gözlüğü vardı. Merhabalar alınıp verildi, kızımız nasıl trafik olduğundan ve geç kaldığı için üzgün olduğundan söz ederken, oğlumuz ise bunun hiç sorun olmadığından, sabah sabah yaptığı ufak tefek işlerden bahsetti. Tüm bunları konuşurken kahvaltıcılara varmışlardı bile ama bir sorun vardı, sohbetlerinin ilk başladığı zamanlarda konuştukları, kızın Beşiktaş'taki en sevdiği kahvaltıcılardan olan Faruk'ta yer yoktu. Hemen kararını verdi oğlumuz, yan tarafa oturacaklardı, uyar mıydı? Uyarmış elbet. Oturdular.

Kızın gözlerini daha önce bir fotoğrafta görmüştü çocuk, sadece gözlerini görmüştü üstelik. Henüz fotoğrafların ne kadar değerli olabileceğini bilmiyordu o an. Belki de bu yüzden buluştukları andan itibaren, tüm yol boyunca oğlumuzun aklından çıkmayan bir düşünce, kahvaltı masasında karşılıklı oturunca daha da belirginleşti. Gözlerini görmeliydi onun ama bir sorun vardı, kız gözlüklerini çıkarmamıştı henüz. Üstelik de bir şeyler anlatıyordu! Algısı gitgide kapanmaya başlamıştı çocuğun, başka ayrıntılara dikkat edemez olmuştu bu yüzden. Ah bir çıkarsa gözlüğünü, yüzünün bölünmez bütünlüğünü duyursa tüm dünyaya! Ekranları başındaki tüm izleyicileri, sezon finalinin son sahnesinden önce reklam vererek, isyan, heyecan ve merak duygularını aynı anda yaşatan dizi gibiydi kızımız. Kızın karşısındaki çocuk ise her reklamın ardından “Şimdi başlayacak!” diye kıvranan seyirciydi elbette. O sırada tesadüfen oralarda olan bir arkadaşım, gerçekten de çocuğun o an kıvranmakta olduğunu söyledi bana. Ne kadar devam ettiği bilinmez bu kıvranmaların, fakat kız en sonunda dayanamadı çocuğun gözlerinin sessiz baskılarına ve çıkardı gözlüklerini. Çocuğun içinden geçen ilk şey şuydu, “Ah ne kadar güzelsin”. Günün ilk çayını içer gibi ısındı içi, üstelik sabahın erken saatlerinde üşenmeden kalkıp çay suyunu koymuş, önce suyun kaynamasını, daha sonra çayın iyice demlenmesini beklemiş birinin haklı gururuyla.

Gözleri, yüzünün tüm zarifliklerini ortaya çıkarmaya yarıyordu demek ki, alt dudağını o ana kadar farketmemesinin başka bir açıklaması olabilir miydi? Teninin, gözlerini dinlendiren, damarlarındaki kan akışını hızlandıran, açıklaması zor olan rengine ne demeli? Şapşal şapşal bakıyor olabilirdi o an, o an ne kadar sürerse sürsün bunu bir kenara bırakmalıydı, bıraktı da. Sohbet ne kadar hoş ilerliyordu kendiliğinden, ne kadar rahattı o kadar heyecan duymasına rağmen, buna inanamadı. Bir şey vardı bu kızda, ne olduğunu bilemediği, konuşturuyordu sanki pür dikkat bakan gözleri, en ufak detayı dahi kaçırmayan kulakları. Şimdi bu sohbet her daim olmasın mıydı? E olsundu tabii, üç gün sonra Almanya'ya döneceği gerçeğini unutmuştu çoktan. Öyle mutluydu ki hatta, mutluluğun ıslıktan başka bir diğer alameti olan iştahı da açılmıştı, menemeni düşüncesizliğin zirvesine ulaşarak bitirmişti bile.

Konuşuyordu, anlatıyordu çocuk, hazineydi bu hazine.Kahvaltı masasından kalktıklarında bile hala konuşuyorlardı. Vapura nasıl da hemen vardılar, varlığının her saniyesini farkındalıkla geçirmeyi alışkanlık haline getirmiş birisi için ne kadar korkutucu bir şey bu. Vapurun kalkmasına daha vardı, kız bir sigara yaktı ve o an parmaklarını farketti çocuk. Gerçek olamayacak kadar güzellerdi, konuşmaları gibi uzun ve çekiciydi parmakları, kesintisiz ve dokunma hissi uyandıran. O an ellerini tutmak istedi işte, ama nasıl yapabilirdi ki? Hala konuşuyorlardı elbette, Hatice ve kocasından bahsettiler, Çinliler'in ne kadar kötü yemek yaptığından, çocuğun yurtdışına gitmeye nasıl karar verdiğinden. Konuşabiliyorlardı, en hayati şey buydu oğlumuz için, her şey rüya gibi değil miydi? Güneşli bir Cumartesi günü vapurla Beşiktaş'tan Kadıköy'e geçmek gibiydi aralarındaki, hem de dışarıda otururcasına. Hal böyleyken vapurda da aksini yapacak durumları yoktu ya, alt katta Anadolu yakasına bakan tarafa oturdular. Ellerine kayıyordu gözleri, sarıp sarmalanıyordu görünmez ipliklerle, ellerine dokunmak istedikçe elleri bağlanıyordu, yüzünü çevirip baksa kim bilir başka neler isteyecekti, en iyisi yanyana olmanın keyfine varıp, vapur yolculuğunun sunduğu eşsiz manzaraya varmaktı. Bakmasa da hissediyordu sarıp sarmalandığını, bir yolculuk işte böyle geçti. Velhasıl, vapurdan indiler, indikten sonraki ilk ışıklara doğru yürürken Kadıköy rıhtımda, kız gülmüştü söylediği bir şeye ve sol kolunun üstüne dokunmuştu çocuğun, kutup ayısının kış uykusundan uyandığı ilk anı bir hayal eder misiniz?

Birbirlerini tanıyabilmelerine sebebiyet veren detaylardan olan kütüphaneye doğru yürüdüler kutup ayısı ve kızımız. Kutup ayısıydı ya oğlumuz artık, yavaş yürüyordu, kızımızın acelesi vardı halbuki ama gelsin o affetsin oğlumuzu. En nihayetinde vardıklarında ise kütüphanenin kapıları, ikisi için kızın çantasından çıkan anahtarla açıldı ve içeri girdiler. Ufak olmasına rağmen ferah bir kütüphaneydi, bundan böyle burada daha çok vakit geçirmek istemiş olması bu yüzden miydi? Raflardaki tüm kitapların, içerideki rahat koltuğun, çalışma masalarının, duvarlardaki posterlerin tam ortasında, her şeye hakim görünen ve tüm bu tabloyu artık nasıl yapıyorsa güzelleştiren kıza baktı. İşte o an, onu öpmek istedi, tam anlamıyla tamamlanmak isteğiydi bu. İçinden bu tamamlama isteğini tanımlamak adına bilimsel açıklamalar geçiyordu, mutluluğun üçüncü alametiydi bu. Davranışlarının biraz daha garipleşmesi belki bu sebeptendir, hemen dikkatini kitaplara vermek istedi bu yüzden. O sırada kendisine ve kahvesini şekersiz rica eden oğlumuza kahve hazırlıyordu kızımız. Hangi sebepten kızın ellerini titrediğini tahmin etmeye dahi cüret edemeyecek derecede kapılmış çocuk, kızın ellerinden kahvesini alırken, az önce o dokunma hissi yaratan parmaklara dokunmamaya büyük bir çaba sarfetti. Ne kadar zor ama ne kadar yaşanılasıydı hayat o an, bu kadar isterken dokunmayı, dokunmamayı seçmenin ne anlama geldiğini yavaş yavaş da olsa anlıyordu.

Midede hissedilen bir boşluk aklındakileri uzaklaştırmaya itti onu, bir kütüphanede de bunu yapmanın en iyi yolu kitaplardan konuşmaktı. Öyle de yaptılar arka odadaki masada karşılıklı oturup kahvelerini yudumlarlarken. Hemen kızın arkasındaki bilim kitaplarının olduğu bölümde buldular kendilerini yan yana. Yan yana durdular ve baktılar kitaplara, ama aklındakileri uzaklaştırma planındaki bir kusurun farkına vardı o an çocuk. Açıklamaya teşebbüs edilse, sessiz ve hafif sıfatlarının kesinlikle kullanılacağı, isim olarak ise sözlüklerde karşılığı olmayan, sadece his demenin haksızlık olacağı, daha çok bir durum olarak nitelendirilebilecek olan bu kusur, çocuğun, ilk defa o an keşfettiği, mutluluğunun alametlerinin en yeni üyesiydi, kızımızın alametifarikasıydı. 

Jared Diamond'ın kitaplarının farklı bölümlere konduğunu farkettiğinde, elbette ki Jared Diamond'ı düşündüğü falan da yoktu çocuğun, acaba az önce hissettiğini nasıl açıklayabilirdi, beyninin vızır vızır çalıştığıını acaba kızımız duyabilir miydi? Bugün ilginç bir gündü, hiç adeti olmasa da yeniden açıklamaları bir kenara bıraktı, düşünecek zaman değildi, garip davranıp korkutmak istemezdi kütüphaneye-her-anlamıyla-hakim-olan kızı. Ama kenara bir türlü bırakamadığı bir düşünce cereyan etti ki aklında, kütüphanenin içinde akmadığına emin olduğu zamanı bir anda hızlandırmaya yetmişti bu düşünce. Hikayenin kendi yarısını bilmenin verdiği güvenle geçirdiği saatlerden sonra, hikayenin diğer yarısını bilmediğini farketmişti. Bu farkındalık peşinden soru dalgaları getirmişti elbette, “acaba o da..” kelimeleriyle başlayan bu soru dalgasının bütün üyeleri, çocuğu kızın yüzünde cevap aramaya ittiler. Kız hala kitaplara bakıyordu. Sessizleşmişti zaten bir kaç dakikadır, ya da bir süredir demek daha doğru, dakika kavramından vazgeçeli çok olmuştu o gün. Bu sessizliği kötüye yormaya dünden razıydı içindeki şeytan, zaten iyi çalışırdı bu şeytan, hep en mutlu anlarını beklerdi limon sıkmak için. Kötü hissetmişti, kızın bakışları sanki artık gitme vakti der gibiydi. Ani bir kararla gitmek için izin istedi, kız da izin verdi. Çıkarken tam kapıda elini sıktı kızımızın, “Umarım bir daha görüşürüz” dedi ve merdivenlerden yavaşça aşağı indi. Olumsuzluklara ucundan dokunmuş düşüncelerine rağmen, adımını Kadıköy sokaklarına yeniden attığında ise içinden “Görüşmeliyiz.” dedi.